Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir Makâm-ı Mustafâ’dır bu
Felekde mâh-ı nev Bâbü’s-Selâm’ın sîneçâkidir
Bunun kandîlî Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu
Habîb-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan içti mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır busegâh-ı enbiyâdır bu
Şair Nâbî
Bu muteşem şiirini hikayesi de şöyle anlatılır. Şair Nâbî 1678 tarihinde, o zamanın devlet ricaliyle birlikte Hac vazifesini ifâ için yola düşer. Nâbî çok heyecanlıdır. Zira peygamber âşığı olan bir şair için Medine onulmaz bir mutluluktur. Lakin yol çok uzundur. Yolda bir müddet dinlenirler.
Herkes oldukça yorgundur. İçlerinden bazıları istirahate çekilirler. Tam bu esnada Yusuf Nâbî’nin dikkatini biri çeker. Dikkatini çeken bu adam bir paşadır ve paşa ayaklarını Medine’ye, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin (a.s.v.) mübarek istirahatgâhına doğru uzatarak yatmaktadır. Nâbî’yi derin bir elem sarar. O anda kalbine iltica eden ilham ile şu naatı okur:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ`dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, Makam-ı Mustafâ`dır bu.
Felekte mâh-ı nev, Bâbu`s-selâm`ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ`nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ`dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.
Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”
Paşa, saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında utanır. Hemen toparlanarak Nâbî’ye döner ve der ki:
– Bu şiiri ne zaman yazdın?
– Az önce yazdım.
– Peki bu şiiri başkalarına okudun mu?
– Hayır ilk defa okudum. Sizden başka da duyan olmadı.
Paşa bunun üzerine bu mevzunun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbî bu ricaya sükût ile cevap verir ve konu kapanır. Ardından kafile yol çıkar.
Bir sabah ezanı vaktinde Medine’ye ulaşırlar. Şehre edeple girerler. Lakin ezandan önce müezzinlerin dudaklarından dökülen cümlelere şaşırır kalırlar. Medine’de bulunan bütün müezzinler aynı cümleleri söylüyorlardı. Müezzinler ezandan önce bir naat okuyordu. Paşa ve Nâbî şaşkınlıklar içerisindedir. Çünkü bu naat, Nâbî’nin paşaya okuduğu naattır. Hemen mescide varırlar. Sabah namazının ardından müezzinin yanına giderler. Nâbî müezzine sorar:
– Ezandan önce bir naat okudunuz. Bu natı nerden öğrendiniz?
– Söyleyemem. Sır.
– Fakat az önce okuduğunuz naat bana ait.
– Senin ismin Nâbî mi?
– Evet.
– Öyleyse dinle. Bu gece Allah Rasulü (a.s.v.) rüyamızda bize: “Ümmetimden Nâbî isimli bir şair beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu âşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu naatı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.”
Nâbî’nin gözleri dolu doludur. Boynu neredeyse iki büklüm olmaktan yere değer. Sevincini anlatacak tarif bulamaz. Diğer bir taraftan ise paşanın utancı vardır. Paşa utancını nasıl dile getirdi bilinmez ama Nâbî’nin dudaklarından şu sözler döküldü:
– Demek ki Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bana “Ümmetim!” dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğe kabul etti. Elhamdülillah.