İslam medeniyetinin en önemli kavramlarından birisidir kul hakkı. Sosyal hayatı, ekonomik hayatı ve hukuk sistemini düzenleyen en önemli köşe taşlarından biridir kul hakkı kavramı. Günümüzde helaleşme yanlış anlaşılmakta ve yanlış uygulanmaktadır.
En basit haliyle alınan bir borcun zamanında ve eksiksiz geri ödenmesi gerekliliği bir haktır ve bu hakkın zedelendiği hissedilen her durumda helalleşilmesi gerekiyor. En dramatik örneklerinden biri de komşunuzun bahçesine sarkan bir ağacın meyvelerinde komşunun da hakkının olacağı şeklindeki yorumlardır.
Kul hakkı konusunda çok ayrıntılı incelemeler yapılabilir. Ben bugün sadece helalleşme konusundaki yaygın bir hataya dikkat çekmek istiyorum.
Helalleşme; alacaklıya borcu ödendikten sonra veya hakkı geçen kişiye hakkı verildikten sonra rızasının da alınması suretiyle “hakkımı helal ediyorum” denmesinin sağlanmasıdır. Genellikle iki tarafın karşılıklı hakkını helal etmesi şeklinde tezahür eder ve bu yüzden helalleşme denilir. İslam tarihindeki en çarpıcı helalleşme örneği şüphesiz Peygamber Efendimiz’in (sas.) ashabı ile helalleşmesidir.
Resûl-i Ekrem, hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti. Yine bir taraftan Hz. Ali’ye, diğer taraftan da Fadl b. Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minbere çıkıp oturdu. Hz. Bilâl’e de (r.a.) şu emri verdi: “Halka nidâ et; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!” Hz. Bilâl, emri yerine getirdi.
Bir anda toplanan halkı, mescit almaz oldu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, Allah’a hamd ve senâdan sonra ashab-ı kirama şöyle hitap etti: “Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlullah bana darılır’ diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki benden hakkını isteyene darılmak, benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir veyahut helâl edendir.
Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!”
Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerini tekrarladı: “Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Her kimin benden alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın!”
Cemaat içinden biri ayağa kalktı: “Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var!” Peygamber Efendimiz, “Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘Yemin et’ diye teklif de etmem; ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!” dedi. Adam, “Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana, fakire üç dirhem vermemi emrettiniz. Ben de verdim. İşte, istediğim, bu üç dirhemdir!” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Doğru söylüyorsun!” dedikten sonra, “Ey Fadl! Buna üç dirhem ver!” buyurdu.
Günümüzde ise helalleşme genellikle kişinin “ben size hakkımı helal ediyorum, siz de helal edin lütfen” şeklinde cümlelerle gerçekleştirilmeye çalışılır. Oysa burada yanlış ve çarpık bir anlayış vardır. Bir kişi ile helalleşilmesi için öncelikle söz konusu hakka temel oluşturan şeyin karşı tarafa verilmesi ve ondan sonra helallik dilenmesidir.
Bu bir borç ise eksiksiz karşı tarafa ödendikten sonra “hakkını helal et” denilir. Karşı tarafa bir baskı unsuru olmaması için de önce karşıdan helallik isteyip sonra bizim hakkımızı helal etmemiz gerekir.
Peygamberimizin sözlerinde dikkat çeken ifadeler şu şekildedir: “Üzerimde hakkı olan varsa gelsin alsın.” Ve ekliyor “ Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlullah bana darılır’ diye düşünmesin!”
Hakk kavramını ve helalleşmeyi doğru bir şekilde yerine getirsek sorunlarımızın büyük bir kısmı çözülecek galiba.