Hafta sonu yüksek lisans imtihanları vesilesiyle Gazi Üniversitesi’ndeydim. Sınava girdiğimiz derslik ve anfilerde dikkatimi çeken ve birer sanat şaheseri olan (!) kopyaları görünce gülsem mi ağlasam mı karar veremedim. Dersliklerde hem sıraların üstü tamamen kaplı olmak üzere hem de pencere kenarlarına denk gelen minik girintilerin öğrenci tarafından gözüken cepheleri baştan aşağıya yazılarla doluydu. Anfilerde uzun sıraların baş tarafları ve tam ortası yine yazılan yazılardan renk değiştirmişti. Hatta üst üste o kadar yazı yazılmış ki yer kalmamış öğrencilerden birisi muhtemelen bıçakla veya zımpara ile kazıyıp kendine temiz bir bölüm oluşturmuş, sonra da minik yazılarla kendince notlar almış. Eğitim sistemimiz içerisinde kopya çekmek ne kadar büyük bir sorun ve hangi oranda görülüyor bilmiyorum. Bu konuda belki araştırmalar yapmak gerekir. Ama eğer üniversitelerimiz gördüğüm iktisadi bilimler dersliklerindeki gibi ise kopya çok ciddi bir sorun ve baskıyla gözetmen denetimiyle engellenemiyor. Hababam sınıfındaki tipleme öğretmenler gibi sıranın üstüne çıkarak, köşe bucak dolaşarak kopyanın engellenmediğini biliyoruz. Öğrenciler her geçen gün yeni kopya yöntemleri bulmak için geniş arge çalışmaları yapıyorlar. Kopya eğitim sistemi için bir sorun ve bu sorunun sistem içinde çözülmesi gerekiyor. Öğretim görevlisi ve öğretmenlerin öğrencilere “bilgiyi kavratma” hedefleri vardır. Yıllık ve günlük planlar içerisinde bu şekilde yazılır. Eğer bir öğrenci konuyu kavrama düzeyinde öğrenmişse de kopya çekmeye ihtiyaç duymaz. allah selamet versin Mustafa Ergün hocamı hatırladım. Eğitim tarihçisi olan değerli hocamın iki tür sınav yapmak gibi bir itiyadı vardı. “Açık sınav” diye tabir ettiği alternatif sınavda klasik sınavın iki katı süre verir ve genelde sadece bir soru sorardı. İsteyen kişi kütüphaneden araştırsın, isteyen başka hocalara sorsun, hatta istiyorsanız bana da sorun bildiklerimi cevaplarım derdi. Ve birkaç kişi biraraya gelip birlikte tek bir sınav kağıdı hazırlayıp verirseniz bunu da kabul ederdi. Ama sorduğu sorular soru değil araştırma konusu olacak şeylerdi. Ya da dersin yarısını inceleleyecek bir konu başlığı şeklinde olurdu. Beş kişi biraraya gelir kütüphaneye gider kitapları indirir, alt başlıklar oluşturup aramızda paylaştırırdık. Sonra yazdıklarımızı birleştirip tek bir dosya haline getirir en ön sayfaya beşimizin adını yazar verirdik. Bu 2 saatlik imtihan süresince saniye kaybetmeyecek şekilde hepimiz harıl harıl çalışır, aramızda tartışır ve sonunda sınav kağıdına yazdığımız herşeyi gerçekten kavramış olurduk. Bu bir örnek sadece ve değerli Ergün hocam amacına ulaşıyor gerçekten konuyu kavramamızı sağlıyordu. Bunun gibi alternatif sınav sistemleri geliştirilebilir. 16-17 yıl önce düşünülen ve yapılan bu özel yöntemin belki çok daha fevkinde etkili şeyler geliştirilebilir ve eğitimde yenilikler getirilebilir. Ama ilköğretimden üniversiteye kadar kopyanın önlenmesi gerek, çocuklarımızın not alıp sınıf geçme tasasından kurtulup birşeyler öğrenme ve kendini geliştirme çabası içinde olmalarını sağlamamız gerekiyor. Bu noktada sadece Milli Eğitim Bakanlığının sistem geliştirmesini beklemek veya yasalarla mevzuatlarla çözülmesini beklemek yersiz. Her kesin çaba göstermesi kendince sistem geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette yasal düzenlemeler de gerekecektir. Kopya çekmenin üniversitelerde daha yaygın olduğunu düşünüyorum. Üniversite hayatının biraz da özgür davranma olduğu düşüncesinden hareketle genelde derslere gelmeyen “devam zorunluluğu” belli bir oranda olunca kalan süreyi “devamsızlık hakkı” gibi algılayan ve böyle telaffuz eden öğrencilerimiz var. Derslere gelmeyince sınavı geçmek için çok çalışmak ve yüksek not almak gerekiyor. Mezuniyet notunun ileride her yerde karşısına bir engel veya avantaj olarak çıkacağını düşününce daha yüksek puan almak için tek çıkar yol kopya çekmekten geçiyor. Ancak bu kardeşlerimizin bilmesi gereken bir diğer acı gerçekte şudur: Mezun olduktan sonra diploma notunuza güvenerek iş başvurusunda bulunursunuz. Varsayalım ki insan kaynakları uzmanları pek fazla uyanık değildi ya da şansınız yaver gitti mülakatta da aslında bilginizin eksik olduğunu çaktırmadınız ve işe başladınız. Bir süre sonra işinizde kendi kendinizi yetersiz bulmaya başlayacak ve “kendini geliştirme” kurslarından birkaçına gitmeye başlarsınız.CV’nize “ingilizce: çok iyi” yazmıştınız. Üniversite hayatı boyunca ingilizce notunuz (kopyalar sayesinde) 90’ın altına düşmedi. Ama ilk uluslararası mektup masanıza geldiğinde veya şirkete gelen yabancı misafirler için siz refakat etmek zorunda kaldığınızda hemen bir ingilizce kursuna gitmeye karar veririsiniz. Çok geçmez, iş saatleri dışında kalan zamanınızın tamamını kurslara ve kendinizi geliştirmeye ayırdığınızı farkedersiniz. En acısı da bunların hepsi aslında üniversitede almanız gereken bilgi ve yeterliliklerdi. O zaman anlarsınız üniversite hayatında yaptığınız hatayı. Yine de yenilgiyi kabul etmeyip “Üniversitede kaliteli bir eğitim yok ki. Hiçbirşey öğretmiyorlar” diyenler çıkabilir ama onlar da kendi söylediklerine inanmıyorlar. Her yıl “devamsızlık hakkını sonuna kadar kullanan birinin böyle bir şey söylemeye hakkı yoktur.

Recommended Posts

Genel GÜNCEL

Tükeniyor mu, tüketiyor muyuz?

Tabiatta hemen her şey bir mücadele içindedir. Hayatta kalabilenler bu mücadelede kendi ihtiyacı olan imkan ve şartları sağlayanlardır. Bitkiler çevre şartları, diğer bitkilerin etkileri ve hayvanların saldırılarından kurtulabildikleri ölçüde hayatta kalıp gelişir. Hayvanlar da benzer şekildedir. Güvenliğini sağlayan, beslenebilen, iklim şartları karşısında […]

sosyal buhran
Genel

Sosyal Buhran (mı?)

Haber kaynaklarına baktıkça canımız sıkılıyor, dehşete düşüyoruz, tüylerimiz diken diken oluyor. Masum çocukların ölümü günlerce, aylarca meşgul ediyor bizi. Gencecik çocukların cinnet halinde işledikleri cinayetler kabusumuz oluyor. Cinayetler, tecavüzler, savaşlar, insanın insana reva gördüğü nice şenaatler. Ne oluyoruz, neden bu hale geldik […]